GECE AVCILARI
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İstemeyi Bilmek Lzaım

Aşağa gitmek

İstemeyi Bilmek Lzaım Empty İstemeyi Bilmek Lzaım

Mesaj  ElSaBBaH Çarş. Eyl. 19, 2007 4:13 pm

Alıntıdır***

Bir parktaki iki kör dilenciden bahsederler. Beş on metre oturup iki kör dilenci. Birisi ellerini açıp,köre yardım edin,köre yardım edin,diye seslenir, diğeri boynuna bir yazı asmıştır: “ Bahar ne kadar güzel ama ben körüm.”
İnsanlar birinci dilencinin önünden yüzüne bile bakmadan geçerken, diğerine avuç avuç para verirler.

Bütün şartlar aynı olmasına rağmen üsluptaki farklılık neticeyi nasıl da değiştiriyor değil mi? Bir düşünün, çok kolay elde edebileceğimiz halde, istemeyi bilmediğimiz için nelerden mahrum kalmışızdır.


İstemeyi bilmek çetin mesele…



Timur’un Semerkand ve Buhara’yı fethettiği günlere gidelim.


Çetin bir savaşın neticesinde alınmıştır bu güzeller güzeli iki şehir.


Padişah savaşın yorgunluğunu daha üzerinden atmamıştır ki, İranlı meşhur şair Hafız’ın bir şiirini duyar:


“O Şirazlı Türk güzeli gönlümüm öyle aldı ki


Semerkand ve Buhara’yı onun bir tek kara benine bağışladım gitti.”


Timur, küplere biner, öfkeyle bağırtır:


-Tez bulun getirin bana o şairi!...


Üstü başı perişan, saçı-başı dağılmış Hafız’ı Timur’un huzuruna çıkarırlar. Padişah hışımla yürür şairin üstüne:


-Bre şair, bilmez misin, biz buraların fethi için ne kadar savaştık! Bunca Müslüman kanı döküldü. Sen kalkmış Semerkand’ı, Buhara’yı bir güzelin kara benine bağışlıyorsun. Bu ne cömertlik böyle?!


Korku içindeki Hafız, yırtık elbiselerini,perişan halini gösterir.


-Hünkarım, der, kulunuz bu yüzden bu halde ya…


Timur gülerek yanındakilere seslenir:


-Şu cömert şaire bir kese altın verin’


İşte üslup dostlar, işte netice…







Ya şair Ebu Düllâme ile halife Mehdi arasında yaşanan hadiseye ne demeli?


Ebu Düllâme Abbasi hükümdarlarına çok güzel bir kaside yazınca, Halife :


- Çağırın şairi gelsin, der, ihsanda bulunalım…


Şairi çıkarırlar huzura. Halife sorar:


-Kasiden çok güzel olmuş, caize olarak ne istersin?


Şair şöyle bir etrafındaki kalabalığa süzer ve der ki:


-Sultanım, kulunuz bir av köpeği ister.


Herkes şaşkındır. Sen sultanın huzuruna çık, dile benden ne dilersen desin, bir av köpeği iste! Olacak iş değil mi bu?


Halife:


- Verdik gitti, der şaşırarak, istediğin av köpeği olsun.


Şair kapıya yönelmiştir ki, bir ara dönüp sorar:


- Fakat efendim. Ava ne ile gideceğim?


- Haklısın, der Halife, bir de at versinler.


Bir iki adım atan şair tekrar döner ve, boynunu büker:


- Şey efendim, ata nasıl bineceğim?..


Güler Halife:


- Doğru, güzel bir eyer takımı da versinler.


- Efendim, ata kim bakacak?


- Bir de seyis versinler…


Bir iki adım daha atar bizimki:


- Sultanım, diyecektim ki, bu seyisi nerede yatırayım?


- Bir de köşk versinler.


Şair tekrar döner geriye:


- Bu kadar insanı bu köşkte ne ile geçindireyim?


- 1000 altın da harçlık versinler…


Ebu Düllame bir kez daha geriye dönecektir ki, halife Mehdi ondan önce davranır:


- Bak şair efendi, masraf idaresine bir kethüda, hesap tutmaya da bir katip istersen av köpeğini geri alırım ha!..






Semerkand’dan İstanbul’a uzanalım şimdi de.


Sultan Mahmut Üsküdar sırtlarında dolaşmaya çıkmıştır. Kalabalığın arasından bir çocuğu çağırır, kesesinden çıkardığı bir altını uzatır. Çocuk almak istemez. Padişah sebebini sorar. Çocuk der ki:


- Ailem bu altını nereden bulduğumu sorarlar, hırsızlık yaptığımı zannederek döverler beni.


Şaşırır padişah:


- Evladım, benim verdiğimi söylersin sen de.


- O hiç olmaz sultanım. Padişahın verdi mi bir tek altın vermeyeceğini onlar da bilirler..


Dedik ya üslup önemli, istemeyi bilmek zor iş. Çocuk mu? Kesenin tamamını almış tabii ki…





Şimdi diyebilirsiniz ki, istemeyi bilmekle her şey bitiyor mu? İşin bir de nasip tarafı var elbet. Her şey tamam, bütün şartlar hazırdır, istemenize bile gerek yoktur ama nasip tıkanmıştır bir kere…





Üsküdar’dayız yine. Bir ramazan günüdür. Sultan Mahmut bu kez halkın kendisini tanıyamayacağı bir kıyafetle dolaşmaktadır. Bir ayakkabıcı dükkanından gelen ses dikkatini çeker padişahın. İhtiyar bir adam elindeki çekici boş örse vururken şöyle mırıldanmaktadır.


- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…


Sultan Mahmut selam verip içeri girer:


- Hayrola baba, nedir tıkanan?


İhtiyar elindeki çekici boş örse vurmaya devam ederek:


- Sorma be evlat, der, tıkandı da tıkandı. Kırış kırış alnı, bembeyaz sakalıyla nur yüzlü bir ihtiyardır bu. Bundan iki-üç sene önceydi evlat, bir rüya gördüm. Çok büyük bir şadırvan vardı. Her tarafında irili-ufaklı çeşmeler… kiminden oluk oluk su akıyor, kiminden damla damla, kiminden iplik gibi. Nedir bu, diye sordum. Nasip çeşmesi, dediler. Oluk oluk akan padişahın nasibiymiş. Diğeri filan sadrazamın, öteki bilmem kimin… Gözüm bir çeşmeye takıldı o sıra. Arada bir tek-tük damlalar düşen bir çeşmeydi bu. Bu kimin, dedim. Senin çeşmen dediler.


İhtiyarı dinliyor görünse de, gülmesini zor tutuyordu padişah:


- Eee?..

- Oradan bir odun parçası buldum, çeşmenin ağzını açmak için zorlarken, odun kırılıp iyice tıkamasın mı çeşmeyi!.. Damla düşmez oldu. O günden beri böyleyim işte evlat.


Elindeki çekici örse vurmaya devam etti ihtiyar adam:


- Tıkandı da tıkandı…


Padişah sevmiştir bu tuhaf ihtiyarı. Saraya döndüğünde bir hindi dolması hazırlatır. İçinde çil çil altınlar olan bir hindi dolması. Dükkanı tarif edip hindiyi gönderir, neticeyi beklemeye başlar.


Tıkandı baba sevinir hediyeyi görünce. Nihayet nasibim açıldı der. İftara az bir zaman kala bu hindiyle bir iftar etmektense bunu satar, üç günlük yiyecek alırım diye düşünür. Hindiyi üç-beş akçeye satar.


Hadiseyi duyan Sultan Mahmut, gülmeye başlar, adamlarına yeni bir emir verir.


- Hemen bir tepsi baklava hazırlayın, her dilimin altına bir altın koyup götürün ihtiyara…


Tıkandı Baba, hindiyi sattığı komşusuna baklavayı da birkaç akçeye satar. Mutludur artık, nihayet nasibi açılmıştır işte. Padişah ise ihtiyarın saflığına kızmaya başlar:


- Getirin bana o ihtiyarı!


Tıkandı Baba Padişah’ın huzuruna getirilir. Olanı-biteni bir bir anlatır padişah. İhtiyar adam çok üzülür. Ellerini dizlerine vurarak dövünmeye başlar:


- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…


Onun bu halini gören Sultan Mahmut bir kez daha merhamete gelir. Vezirine işaret verir. Hazine dairesinden bir altın sandığı, bir de kürek getirilir. İhtiyar küreği sandığa daldırıp çıkartacak, küreğin içindeki altınlar onun olacaktır.


Tıkandı Baba sevinir. Padişah’a dualar ederek heyecanla sandığa daldırır küreği. Sandıktan çıkardığında ise oracığa yığılır, bayılıverir. Zira heyecandan küreği ters daldırmıştır Tıkandı Baba. Ve küreğin sırtında tek bir altın vardır!


Sultan Mahmut nasipsizliğin deyimi olarak kalacak olan sözünü orada söyler işte.


- Vermezse Mabud, neylesin Mahmut…




Nasip deyince akan sular duruyor. İstemeyi bilmek başlı başına bir sanat. “Kemalat yolunda gün gelir istememeyi bile istememek gerekir” diye bir söz hatırlıyorum.


Bir gün cümle isteklerden kurtulup, bu sözün hakkını da veririz belki. Ama şimdi, merhum Üstad’a bir Fatiha gönderip, şu beyti yaşamanın vaktidir galiba:




Verirler ben acizim sen büyüksün dedikçe


Verenin şanı büyük sen iste istedikçe.



istemeyi bilmek lazım belki bir gün biryer de işinize yarar diye dedim
ElSaBBaH
ElSaBBaH
Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 44
Yaş : 43
Location : Baskent
Kayıt tarihi : 05/09/07

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz